13 Haziran 2018 Çarşamba

Sudan Karaya Geçiş Neden Mümkün Değil?

Evrimciler suda yaşayan canlıların günün birinde, her nasılsa, karaya çıkarak kara canlılarına dönüştüklerini iddia ederler.

Oysa bu tür bir geçişi imkansız kılan sayısız anatomik ve fizyolojik faktör vardır. Bunların en belirgin olanlarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Ağırlığın taşınması:

Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar.

Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin % 40’ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçecek bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilmesi için yeni kas ve iskelet yapılarına sahip olması gerekir. Bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir.

2. Sıcaklığın korunması:

Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa uygun bir vücut sistemine sahip olan canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Kuşkusuz balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek son derece saçmadır.

3. Suyun kullanımı:

Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.

3. Böbrekler:

Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Karada ise suyun minimum düzeyde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bu canlılar bir böbrek sistemine sahiptirler. Böbrekler sayesinde amonyak, üreye çevrilerek depolanır ve atımında minimum düzeyde su kullanılır. Ayrıca böbreğin çalışmasını mümkün kılan yeni sistemlere ihtiyaç vardır. Kısacası, sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmesi gerekir ki.

5. Solunum sistemi:

Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.

Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise elbette imkansızdır.

The post Sudan Karaya Geçiş Neden Mümkün Değil? appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2sZQSQk

Ara-Geçiş Formları Çıkmazı

Evrimcilerin iddialarına göre geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, evrimcilerin iddiasına göre bir sözde geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdırlar. Evrimciler geçmişte yaşamış olduğuna inandıkları bu hayali yaratıklara “ara-geçiş formu” adını verirler.

Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ayrıca bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Darwin, Türlerin Kökeni’nde bunu şöyle açıklamıştır:

Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara form fosillerinin bir türlü bulunamadığının farkındadır. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu da görmüştür. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Sorunları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştır:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)

Darwin’in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz oluşudur. Darwin, fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmiştir.

Evrimciler Darwin’in bu sözlerine inanarak, 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını aradılar. Oysa, büyük bir hırsla aranan ara geçiş formlarına asla rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, teorilerini kanıtlamaya çalışırlarken, onu kendi elleriyle çökertmişlerdi.

Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek V. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:

Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, “The Nature of the Fossil Record”, Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, 1976, s. 133)

Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki şu yorumu yapar:

Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur… Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin’in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Bu beklenmedik durum, türlerin Allah tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır. (Mark Czarnecki, “The Revival of the Creationist Crusade”, MacLean’s, 19 Ocak 1981, s. 56)

Fosil kayıtlarındaki bu boşluklar, yeterince fosil bulunamadığı ve bir gün aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Amerikalı paleontolog R. Wesson da, Beyond Natural Selection (Doğal Seleksiyonun Ötesinde) adlı kitabında “fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek” olduğunu şöyle açıklamaktadır:

Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiç bir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise anidir. (R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45)

KAYNAK SİTE

The post Ara-Geçiş Formları Çıkmazı appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2JwLX4w

11 Haziran 2018 Pazartesi

Makromutasyonlar Yanılgısı

Evrimciler, genetik sürüklenme hadisesini kendi teorilerine uydurmak için, farklı coğrafyalara göç ederek izole olan grupların, bulundukları yerlerde makromutasyonlara uğradıklarını ve bu şekilde başka türe dönüştüklerini iddia etmişlerdir. Oysa makromutasyon iddiası, büyük bir yanılgıdır.

Makromutasyon fikrini ilk ortaya atan Alman paleontolog Otto Schindewolf’tur. “Hopeful Monster” (Umulan canavar) olarak adlandırılan teori daha sonra Berkeley Üniversitesinden genetikçi Richard Goldschmidt tarafından savunulmuştur. Ancak bu tuhaf senaryonun tutarsızlığının -birçok evrimci gibi- Goldschmidt de kısa zamanda farkına varmış ve bu durumu şöyle itiraf etmiştir:

Şimdiye kadar hiç kimsenin makromutasyonlar yolu ile yeni bir tür ya da cins üretemediği bir gerçektir. Seçilmiş mikromutasyonlar yoluyla dahi tek bir tür bile oluşturulamadığı da doğrudur. En iyi bilinen Drosofila (meyve sineği) gibi organizmalarda bile sayısız mutasyon bilinmektedir. Eğer herhangi bir organizma üzerinde bu binlerce mutasyonun bir kombinasyonunu yapabilseydik, yine de doğada bulunan herhangi bir türle benzerlik gösteren bir tür üretemezdik.(Richard B. Goldschmidt, “Evolution, as Viewed by One Geneticist,” American Scientist, Vol. 40, Ocak 1952, s. 94)

Ünlü genetikçi R. A. Fisher’ın deney ve gözlemlere dayanarak ortaya koyduğu bir kural da, makromutasyon varsayımını açıkça geçersiz kılmaktadır. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection (Doğal Seleksiyonun Genetik Teorisi) adlı kitabında, “bir mutasyonun, bir canlı popülasyonunda kalıcı olabilmesinin, mutasyonun fenotip üzerindeki etkisiyle ters orantılı” olduğunu bildirir. (R. A. Fisher, The Genetical Theory of Natural Selection, Oxford Univesity Press, 1930)

Bir başka deyişle, bir mutasyon ne kadar büyük olursa, toplulukta kalıcı olma ihtimali de o kadar azalır.

Genetikçi Lane Lester ve popülasyon genetikçisi Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change (Biyolojik Değişimin Doğal Sınırları) adlı kitaplarında söz konusu mutasyon çıkmazını şöyle anlatırlar:

Sonuçta dönüp-dolaşıp gelinen temel nokta, herhangi bir evrim modelinde, her türlü genetik varyasyonun mutlak kökeninin mutasyon oluşudur. Bazıları, küçük mutasyonların birikmesi düşüncesinin sonuçlarından rahatsız olmakta ve evrimsel yeniliklerin kökenini açıklamak için makromutasyonlara yönelmektedir. Goldschmidt’in umulan canavarları gerçekten de geri dönmüştür. Ancak makromutasyonlar tarafından etkilenen popülasyonlar, gerçekte yaşam mücadelesinde yenik düşen popülasyonlar haline gelmektedir. Makromutasyonların, komplekslik artışı sağlamasının (genetik bilgiyi geliştirmesinin) ise izi bile yoktur. Eğer yapısal gen mutasyonları (küçük mutasyonlar) gerekli değişimleri oluşturmakta yetersiz kalıyorlar ise, düzenleyici genler üzerindeki mutasyonlar daha da işe yaramaz olacaktır, çünkü adaptasyon sağlamayan ve hatta yıkıcı etkiler oluşturacaktır… Bir nokta son derece açıktır: Mutasyonların, ister büyük isterse küçük olsunlar, sınırsız bir biyolojik değişim oluşturabilecekleri tezi, bir olgudan çok bir inanç olarak kalmaya devam etmektedir. (Lane Lester, Raymond Bohlin, The Natural Limits to Biological Change, Probe Books, Dallas, 1989, s. 141)

Gözlem ve deneyler, mutasyonların genetik bilgiyi geliştirmediğini ve canlıları tahrip ettiğini açıkça gösterirken, sıçramalı evrim savunucularının, etkisi net zararlı olan mutasyonlardan büyük “başarılar” beklemeye kalkmaları, açık bir tutarsızlıktır.

KAYNAK SİTE

The post Makromutasyonlar Yanılgısı appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2LImFgn

Genetik Sürüklenme Evrim Değildir

Mutasyonlar

Mutasyonlar, canlı hücrelerinde bulunan ve genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülünde, radyasyon veya kimyasal etkiler sonucunda meydana gelen kopmalar ve yer değiştirmelerdir. Mutasyonlar DNA’yı oluşturan nükleotidleri tahrip eder, yerlerini değiştirir ya da dizilime zarar verici nükleotid eklemeleri yapabilirler. Çoğu zaman da hücrenin tamir edemeyeceği boyutlarda birtakım hasar ve değişikliklere sebep olurlar.

Dolayısıyla evrimcilerin arkasına sığındıkları mutasyon, hiç de sanıldığı gibi canlıları daha gelişmişe ve mükemmele götüren tılsımlı bir değnek değildir. Mutasyonların net etkisi zararlıdır. Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil’deki insanların maruz kaldığı türden değişiklikler olabilir: Yani ölüler, sakatlar ve hastalar…

Bunun nedeni şudur: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki organizmaya ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu dört özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Geçmişte, mutasyonların %99’unun zararlı, %1’inin etkisiz olduğu kabul edilmekteydi. Oysa yeni yapılan araştırmalar, DNA’nın protein kodlamayan bölgelerinde gerçekleşen ve bu nedenle de zararsız olduğu sanılan %1 oranındaki mutasyonların da uzun vadede zarar getirdiğini ortaya koymuş ve bu nedenle bilim adamları bu mutasyonlara “sessiz mutasyon” adını vermişlerdir. Mutlak zararlı olan mutasyonların ise mükemmel, uyumlu, simetrik, organları meydana getirebilmeleri imkansızdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından nükleer silahların sonucunda oluşan mutasyonları incelemek için kurulan Atomik Radyasyonun Genetik Etkileri Komitesi’nin (Committee on Genetic Effects of Atomic Radiation) hazırladığı rapor hakkında evrimci bilim adamı Warren Weaver şöyle demiştir:

Çoğu kimse, bilinen tüm mutasyon örneklerinin zararlı olduğu sonucu karşısında şaşıracaktır, çünkü mutasyonlar evrim sürecinin gerekli bir parçasıdır. Nasıl olur da iyi bir etki -yani bir canlının daha gelişmiş canlı formlarına evrimleşmesi- pratikte hepsi zararlı olan mutasyonların sonucu olabilir? (Warren Weaver, “Genetic Effects of Atomic Radiation”, Science, Cilt 123, 29 Haziran, 1956, s. 1159)

O zamandan bu yana yapılan bütün “faydalı mutasyon oluşturma” çabaları da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Evrimciler, çok hızlı ürediği ve mutasyona uğratılması kolay olduğu için, meyve sinekleri üzerinde onyıllarca mutasyon denemeleri yaptılar. Bu canlılar olabilecek her türlü mutasyona milyonlarca kez uğratıldı. Ama tek bir faydalı mutasyon gözlemlenmedi. Evrimci genetikçi Gordon Taylor, bu konuda şunları yazar:

Bu çok çarpıcı ama bir kadar da gözden kaçırılan bir gerçektir: Altmış yıldır dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi kanıtlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama hala bir türün, hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller. (Gordon R. Taylor, The Great Evolution Mystery, New York, Harper & Row, 1983, s. 48)

Bir başka araştırmacı olan Michael Pitman, meyve sinekleri üzerindeki deneylerin başarısızlığını şu şekilde ifade eder:

Sayısız genetikçi meyve sineklerini nesiller boyunca sayısız mutasyonlara maruz bıraktı. Peki sonuçta insan yapımı bir evrim mi ortaya çıktı? Maalesef hayır. Genetikçilerin ürettikleri canavarlardan sadece pek azı beslendikleri şişelerin dışında yaşamlarını sürdürebildiler. Pratikte mutasyona uğratılmış olan tüm sinekler ya öldüler, ya sakat ya da kısır oldular. (Michael Pitman, Adam and Evolution, London: River Publishing, 1984, s. 70)

İnsan için de durum aynıdır. İnsanlar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Tıp kitaplarında “mutasyon örneği” olarak anlatılan mongolizm, Down Sendromu, albinizm, cücelik, orak hücre anemisi gibi zihinsel ya da bedensel bozuklukların ya da kanser gibi hastalıkların her biri, mutasyonların tahrip edici etkilerini ortaya koymaktadır. Elbette ki insanları sakat bırakan ya da hasta yapan bir süreç, “evrim mekanizması” olamaz.

Ulusal Bilimler Akademisi üyesi Lynn Margulis, mutasyonların net zararlı etkileri ile ilgili şu itirafı yapmıştır:

Yeni mutasyonlar yeni türler oluşturmaz; sakat yavrular oluşturur.

(Lynn Margulis, quoted in Darry Madden, UMass Scientist to Lead Debate on Evolutionary Theory, Brattleboro (Vt.) Reformer, 3 Şubat 2006)

Margulis, 2011 yılındaki bir röportajında ise mutasyonların organizmayı değiştirdiğine ve bu yolla yeni türler ortaya çıktığına dair hiçbir delil olmadığını şu sözlerle vurgulamıştır:

Neo-Darwinistler, mutasyonlar gerçekleştiğinde ve bir organizmayı değiştirdiğinde, yeni türlerin ortaya çıktığını söylerler. Bana da defalarca, rastgele mutasyonların yeni türleri oluşturan evrimsel değişikliğe yol açtığı öğretildi. Buna inandım; ta ki delil arayana dek..(Lynn Margulis quoted in “Lynn Margulis: Q + A,” Discover Magazine, Nisan 2011, s. 68)

Lynn Margulis’in söylediği gibi rastgele mutasyonların yeni türleri oluşturan evrimsel değişikliğe yol açtığına dair tek bir delil yoktur.

Mutasyonların neden evrimci iddiayı destekleyemeyeceklerini üç ana maddede özetlemek mümkündür:

Mutasyonlar her zaman zararlıdır:

Mutasyonlar rastgele meydana geldikleri için hemen hemen her zaman canlıya zarar verirler. Mantık gereği, mükemmel ve kompleks olan bir yapıya yapılacak herhangi bir bilinçsiz müdahale, o yapıyı daha ileri götürmez aksine tahrip eder. Nitekim hiçbir gözlemlenmiş “faydalı mutasyon” yoktur.

Mutasyon sonucunda DNA’ya yeni bilgi eklenmez:

Mutasyon sonucunda genetik bilgiyi oluşturan parçalar yerlerinden kopup sökülür, tahrip olur ya da DNA’nın farklı yerlerine taşınır. Ama mutasyonlar hiçbir şekilde canlıya yeni bir organ ya da yeni bir özellik kazandırmazlar. Ancak bacağın sırttan, kulağın karından çıkması gibi anormalliklere sebep olurlar. Çoğu zaman ölüme sebep olan hastalıklar meydana getirirler.

Mutasyonun bir sonraki nesle aktarılabilmesi için, mutlaka üreme hücrelerinde meydana gelmesi gerekir:

 Vücudun herhangi bir hücresinde veya organında meydana gelen değişim bir sonraki nesle aktarılmaz. Örneğin bir insanın gözü, radyasyon ve benzeri etkilerle mutasyona uğrayıp orijinal formundan farklılaşabilir, ama bu kendisinden sonraki nesillere geçmeyecektir. Eğer bir mutasyon üreme hücresinde gerçekleşirse bunun mutlak etkisi zararlı olduğundan, sonraki nesillerin de hastalıklar ve sakatlıklarla doğması kuvvetle muhtemel olacaktır.

Görülebildiği gibi mutasyonlar, canlılara sadece zarar veren oldukça tehlikeli yapısal etkilerdir. Dolayısıyla bir canlının değişimine ve gelişimine fayda sağlamaları imkansızdır. Bu gerçek, evrimcilerin öne sürdükleri iki sözde “evrimleştirici mekanizmayı” tümüyle ortadan kaldırmış olmaktadır.

Açıkça görüldüğü gibi, canlıların evrim geçirmiş olmaları mümkün değildir, çünkü doğada onları evrimleştirebilecek bir mekanizma yoktur. Nitekim fosil kayıtlarına baktığımızda da, bu imkansız senaryonun zaten hiç yaşanmadığını görürüz.

The post Mutasyonlar appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2LHspal

Doğal Seleksiyon Neden Kompleksliği Açıklayamıyor?

Endüstri Devrimi Kelebekleri

Doğal Seleksiyon

Doğal seleksiyon, Darwin’den önceki biyologlar tarafından da bilinen ve “türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir mekanizma” olarak tanımlanan bir doğal süreçtir. Ancak ilk kez Darwin bu sürecin evrimleştirici bir gücü olduğu iddiasını ortaya atmış, tüm teorisini de bu iddiaya dayandırmıştır. Kitabına verdiği isim, doğal seleksiyonun Darwin’in teorisinin temeli olduğunu gösterir: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla…

Oysa Darwin’den bu yana, doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dair tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Bilinen bir evrimci olan İngiltere Doğa Tarihi Müzesi baş paleontoloğu Colin Patterson, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:

Hiç kimse doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni bir tür üretememiştir. Hiç kimse böyle bir şeyin yakınına bile yaklaşamamıştır. Bugün neo-Darwinizmin en çok tartışılan konusu da budur. (Colin Patterson, “Cladistics”, Brian Leek ile Röportaj, Peter Franz, 4 Mart 1982, BBC)

Doğal seleksiyon, bulundukları coğrafi konumun doğal şartlarına uygun yapıda olan canlıların hayatlarını ve nesillerini sürdüreceklerini, uygun yapıda olmayanların ise yok olacaklarını öngörür. Örneğin yırtıcı hayvanların tehdidi altında olan bir geyik sürüsü içinde, doğal olarak hızlı kaçabilen geyikler hayatta kalacaktır. Ama bu süreç, ne kadar uzun sürerse sürsün, geyikleri bir başka canlı türüne dönüştürmez. Geyikler hep geyik olarak kalırlar.

Nitekim evrimcilerin “doğal seleksiyonun gözlemlenmiş örneği” gibi göstermeye çalıştıkları nadir birkaç olaya baktığımızda, bunların basit birer göz boyama olduklarını kolaylıkla görebiliriz.

The post Doğal Seleksiyon appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2JvZpG9

8 Haziran 2018 Cuma

Sıçramalı Evrim Senaryosu

Neo-Darwinist model bugün dünyada hala “evrim” dendiğinde ilk anlaşılan teoridir. Ancak son birkaç on yıl içinde, farklı bir zorlama model daha doğmuştur: “Kesintiye uğratılmış denge” (punctuated equilibrium) ya da bir diğer adıyla “sıçramalı evrim” hikayesi.

Bu model 1970’lerin başında, Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould adlı iki Amerikalı paleontolog tarafından yüksek sesle savunulmaya başlandı. Bu iki evrimci bilim adamı, neo-Darwinist teorinin iddialarının fosil kayıtları tarafından kesin biçimde yalanlandığının farkındaydılar. Fosiller, canlıların yeryüzünde kademeli evrimle ortaya çıkmadıklarını, aniden ve eksiksiz biçimde belirdiklerini ispatlıyorlardı.

Eldredge ve Gould aranan fosillerin bir gün bulunacağı ümidinin yersiz olduğunun farkındaydılar. Bu durum karşısında, evrim dogmasından vazgeçmek yerine, akıl almaz bir iddia ortaya attılar: Sıçramalı evrim, yani evrimin kademeli küçük değişikliklerle değil, ani ve büyük değişikliklerle oluştuğu iddiası.

Bu model aslında bir fantaziler modeliydi. Örneğin Eldredge ve Gould’a öncülük eden Avrupalı paleontolog O. H. Schindewolf, “sıçramalı evrim“e bir örnek verirken, tarihteki ilk kuşun, bir “grossmutasyon“la, yani genetik yapıda tesadüfen meydana gelen dev bir değişiklikle, bir sürüngen yumurtasından çıktığını iddia etmişti. Aynı teoriye göre, bazı kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirlerdi.

Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masalları kadar bilimseldi. Ama neo-Darwinist iddianın içine girdiği kriz karşısında sıkıntıya düşen bazı evrimci paleontologlar, bundan kaçmak için neo-Darwinizm’den daha da saçma olan bu teoriye sarıldılar. Bu modelin tek hedefi, başta belirttiğimiz gibi, neo-Darwinist modelin açıklayamadığı fosil boşluklarını açıklamaktır. Ancak şu kesin bir gerçektir ki, fosil boşluklarını “kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıklarını” öne sürerek ya da benzeri iddialarla açıklamaya kalkmak tam anlamıyla akıl dışıdır. Çünkü bir türün bir başka türe sözde evrimleşmesi için, türün genetik bilgisinde çok büyük oranda ve faydalı bir değişiklik gerekir. Oysa hiçbir mutasyon genetik bilgiyi geliştirmez, ona yeni bir bilgi eklemez. Mutasyonlar sadece genetik bilginin eksilmesine ve bozulmasına yol açarlar. Sıçramalı evrim savunucularının hayal ettikleri “dev mutasyonlar” ise, genetik bilgide dev azalma ve bozukluklar oluştururlar.

Kaldı ki, “sıçramalı evrim” modeli de, neo-Darwinist modeli de ilk aşamada çökerten, “ilk canlılığın nasıl oluştuğu” sorusudur. Evrimciler, tek bir proteinin nasıl meydana geldiğini DAHİ açıklayamamışlardır.

Kaynak Site

The post Sıçramalı Evrim Senaryosu appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2Lzrl8f

Neo-Darwinizm’in Umutsuz Çabaları

Darwin’in teorisi 20. yüzyılın ilk çeyreğinde keşfedilen genetik kanunları karşısında tam anlamıyla bir açmaza girmişti. Bunun üzerine Darwin’e sadakat göstermekte kararlı olan bir grup bilim adamı, 1941 yılında Amerikan Jeoloji Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda bir araya geldiler. G. Ledyard Stebbins ve Theodosius Dobzhansky gibi genetikçilerin, Ernst Mayr ve Julian Huxley gibi zoologların, George Gaylord Simpson ve Glen L. Jepsen gibi paleontologların uzun tartışmalar sonucunda vardıkları sonuç, Darwinizm’e yeni bir “yama” yapmak oldu.

Bu kişiler, Darwin’in iddia ettiği ama açıklayamadığı ve Lamarck’a dayanarak çözmeye çalıştığı “canlıları sözde geliştiren ve değiştiren yararlı değişikliklerin kaynağı nedir?” sorusuna, “rastgele mutasyonlar” cevabını verdiler. Darwin’in doğal seleksiyon tezine mutasyon kavramının eklenmesiyle ortaya çıkan bu yeni teoriye de “Modern Sentetik Evrim Teorisi” adını koydular. Kısa sürede bu yeni teori “neo-Darwinizm” olarak bilindi ve teoriyi ortaya atanlar da “neo-Darwinistler” olarak anılmaya başlandı.

Bundan sonraki onyıllar, neo-Darwinizm‘i ispatlamak için yapılan umutsuz girişimlere sahne oldu. Mutasyonların, yani bir canlının genlerinde dış etkenler sonucunda meydana gelen kopma, yer değiştirme ve bozulmaların, her zaman için hasara yol açtığı biliniyordu. Ancak yine de neo-Darwinistler binlerce deney yaparak “faydalı mutasyon” örneği oluşturmaya çalıştılar. Tüm bu çabalar hep fiyasko ile sonuçlandı.

Neo-Darwinistler, öte yandan da, ilk canlı organizmaların, teorinin iddia ettiği gibi ilkel dünya koşullarında tesadüfen ortaya çıkmış olabileceğini ispatlamaya çalıştılar. Ancak aynı fiyasko bu alanda da yaşandı. Canlılığın tesadüfen ortaya çıkışını ispatlamayı hedefleyen deneylerin hepsi başarısız oldu. Bilimsel bulgu ve deneyler, canlılığın yapıtaşı olan proteinlerden tek bir tanesinin bile tesadüflerle oluşamayacağını ortaya koydu. En küçük canlı birimi olan hücre ise -evrimcilerin iddia ettiği gibi- ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu oluşmak şöyle dursun, 21. yüzyılın en ileri teknolojilerine sahip laboratuvarlarında bile sentezlenemedi.

Neo-Darwinist teori, bir yandan da fosil kayıtları tarafından hezimete uğradı. Yıllar süren arkeolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, neo-Darwinist teorinin öne sürdüğü gibi, canlıların ilkel türlerden gelişmiş türlere kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken “ara geçiş formları”na dünyanın hiçbir yerinde rastlanamadı. Yürütülen karşılaştırmalı anatomi çalışmaları ise, birbirlerinden evrimleştikleri varsayılan canlıların çok farklı anatomik özelliklere sahip olduklarını ve asla birbirlerinin atası ya da devamı olamayacaklarını gösterdi.

Ama neo-Darwinizm bilimsel bir teori değil, ideolojik bir dogma, hatta bir tür “batıl din”di. Öyle ki neo-Darwinist teorinin en önde gelen kurucularından biri olan Julian Huxley, 1958’de yayınladığı Religion Without Revelation (Vahiysiz Din) adlı kitabında bunu açıkça ifade etmişti. Huxley, evrimin neden bir din olduğunu bir başka yazısında da şöyle açıklıyordu:

Bir din, temelinde dünyanın geneline yönelik ve hepsini kapsayan bir bakış açısıdır. Dolayısıyla evrim, bir zamanlar Tanrı’ya inancın üstlendiği fonksiyonu yerine getirebilir, yani insanoğlunun inanç ve umutlarını koordine eden güçlü bir prensip olabilir.Julian Huxley & Jacob Bronowski, Growth of Ideas, Prentice Hall, Inc. Englewood Cliff, 1986, s. 99

Benzer bir görüş, kendisini “kararlı bir evrimci” olarak tanımlayan Kanadalı düşünür Michael Ruse tarafından 1993 yılında düzenlenen bir konferansta şöyle açıklanmaktadır:

 “Hiç kuşku yoktur ki geçmişte ve halen günümüzde de, bir çok evrimci evrimi, dinsiz bir dine özgü unsurlara sahip bir fikir olarak benimsemiştir… Bana öyle geliyor ki bilimsel bir teori olarak evrim, temeline inildiğinde, kendini bir anlamda naturalizmin hizmetine sunmuştur…”Michael Ruse, 'Nonliteralist Antievolution', AAAS Symposium: 'The New Antievolutionism,' 13 Şubat 1993, Boston, MA

İşte bu nedenle, evrim teorisinin savunucuları bütün aleyhte delillere rağmen teoriyi savunmaya hala devam etmektedirler. Onlara göre evrim, kendisinden asla vazgeçilemeyecek bir inançtır. Aralarındaki fikir ayrılıklarının tek nedeni, evrimin nasıl gerçekleştiği yönündeki farklı modellerdir. Bu farklı modellerin en önemli örneği ise, “sıçramalı evrim” olarak bilinen fantastik senaryodur.

Kaynak Site

The post Neo-Darwinizm’in Umutsuz Çabaları appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2JjzDEK

Darwin’in Hayal Gücü

Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim teorisini ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz doğabilimci olan Charles Robert Darwin‘dir.

Darwin hiçbir zaman gerçek bir biyoloji eğitimi almamıştı. Doğa ve canlılar konusunda sadece amatör bir ilgiye sahipti. Bu ilgisinin bir sonucu olarak, 1832 yılında İngiltere’den yola çıkan ve beş yıl boyunca dünyanın farklı bölgelerini gezen H.M.S. Beagle adlı resmi keşif gemisinde gönüllü olarak yer aldı. Genç Darwin, bu gezi sırasında gördüğü farklı canlı türlerinden, özellikle de Galapagos Adaları‘nda gördüğü farklı ispinoz türlerinden çok etkilenmişti. Bu kuşların gagalarındaki farkların, çevreye uyum sağlamalarından kaynaklandığını düşündü. Bu düşünceden hareketle canlılardaki bütün çeşitliliğin kökeninde “çevreye uyum” kavramının olduğunu varsaydı. Darwin bu düşüncesi ile, Allah’ın canlı türlerini ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkmış ve canlıların ortak bir atadan gelerek doğa şartları sonucunda birbirlerinden farklılaştıklarını öne sürmüştü.

Darwin’in bu varsayımı hiçbir bilimsel bulgu ya da deneye dayanmıyordu. Ancak Darwin, dönemin bilinen materyalist biyologlarından aldığı destek ve teşviklerle, bu varsayımlarını zamanla iddialı bir teori haline getirdi. Bu teoriye göre canlılar tek bir ilkel atadan geliyorlardı ama çok uzun bir süreç içinde küçük küçük değişimlere uğramışlardı ve böylece farklılaşmışlardı. Darwin, ortama en iyi şekilde uyum sağlayanların özelliklerini gelecek nesillere aktardığını, böylece bu yararlı değişimlerin zamanla birikerek bireyi, atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürdüğünü öne sürmüştü. (Bu “yararlı değişimler”in kökeninin ne olduğu ve nasıl gerçekleştikleri ise meçhuldü.) Darwin’e göre insan da, bu hayali mekanizmanın en gelişmiş ürünüydü.

Darwin hayal gücünde canlandırdığı bu mekanizmaya “doğal seleksiyonla evrim” adını verdi. Artık, “türlerin kökeni”ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü. Bu fikirlerini 1859 yılında Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı.

Ancak Darwin, teorisinin pek çok açmazla karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Bunları kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde itiraf ediyordu. Bu “zorlukların” başında, fosil kayıtları, canlılardaki tesadüfle açıklanması mümkün olmayan kompleks organlar (örneğin göz), canlıların içgüdüleri gibi konular geliyordu. Darwin bu zorlukların ileride yapılacak yeni keşiflerle çözüleceğini ummuş, bazılarına da çok yetersiz açıklamalar getirmişti. İngiliz fizikçi Henry S. Lipson, Darwin’in bu “zorlukları” hakkında şu yorumu yapar:

Türlerin Kökeni’ni ilk okuduğumda Darwin’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. “Teorinin Zorlukları” başlıklı bölüm, örneğin, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.

Darwin’in en büyük zorluğu ise, teorisinin sorunlarına çözüm getirmesini umduğu bilimin, gerçekte bu sorunları dev boyutlara taşıması olacaktı.

Darwin teorisini geliştirirken, kendisinden önceki pek çok evrimci biyologtan, özellikle de Fransız biyolog Lamarck’tan etkilenmişti. Lamarck’a göre canlılar yaşamları sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesle aktarıyorlar, böylece evrimleşiyorlardı. Örneğin Lamarck, zürafaların ceylan benzeri hayvanlardan türediklerini, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunlarının uzadığını iddia etmişti. Darwin de canlıları evrimleştiren etken olarak, Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin aktarılması” tezine başvurdu.

Oysa gerek Lamarck gerekse Darwin yanılıyorlardı. Çünkü o dönemde canlılık çok ilkel bir teknoloji ile, çok yetersiz bir düzeyde incelenebiliyordu. Genetik, moleküler biyoloji ve biyokimya gibi bilim dallarının henüz adları bile yoktu. Teorileri sadece hayal gücüne dayanıyordu.

Darwin’in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Gregor Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel’in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900’lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950’li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü hem canlılığın Darwin’in sandığından çok daha kompleks olduğu, hem de Darwin’in öne sürdüğü evrim mekanizmalarının geçersizliği ortaya çıkmıştı.

Bütün bu gelişmelerin, Darwin’in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma yerleştirmeye çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan çok ideolojik birtakım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.

The post Darwin’in Hayal Gücü appeared first on Muhammet Taşdemir.



from Muhammet Taşdemir https://ift.tt/2LxEmzh